İbn Arabî’ye göre ilâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir. Bu âlemde bulunan canlı ve cansız her şey zamanın hükmündedir. Kevn ve fesad (oluş ve bozuluş) âlemi olan bu evrende her şey zamanın hükmünce değişmeye, bozulmaya ve yeni bir forma geçmeye mecburdur.
Eşya, insanlar, doğa sürekli değişir. Biz ise her an olan bu değişimi fark edemeyiz. Her şey aynı görünür. Oysa bu sadece bizim görmemizin eksikliğindendir. İbn Arabî yaradılışın Pazar günü başlayıp Cuma günü tamamlandığını, bizim ise tamamlanmış olan âlemi Cumartesi günü idrak ettiğimizi söyler. Ancak bu oluş ve bozuluş çok hızlı olduğu için bizim cüz’î aklımızın bunu idrak etmesi imkânsızdır.
Mesnevî-i Şerif’te Mevlânâ şöyle demektedir: “Bil ki her lâhzada ölüm ve ri’cat vardır. Mustafa: “Dünya bir andan ibarettir.” buyurur. Cümle âlem her an yok olmadadır. Bir yandan da (her an zuhur ettiğinden) bâkî görünmektedir. Âlemin varlığı her nefes gidip gelmededir. Tek nefes bile bu soyunup giyinmeden uzak değildir.” Kur’ân-ı Kerim’de İslâm’ın şartları ile vakit arasındaki bağlantı da dikkat çekicidir.
İslâm’ın şartı olan ibâdetler (namaz kılmak, hacca gitmek, oruç tutmak ve zekât vermek) belirli bir zaman şartına bağlanmıştır. Vakit, farz olan bu ibâdetlerin olmazsa olmaz şartıdır. Öte yandan namaz ve zekât bahislerinin pek çok âyette birlikte geçtiğini görmekteyiz. Örneğin Bakara Sûresi’nin 43. âyeti “Hem namazı dosdoğru kılın, zekât verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.” derken Tevbe Sûresi’nin 5. âyeti “Eğer tövbe eder, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse onları serbest bırakın.” demektedir.
Benzer bir ifadeyi Meryem Sûresi’nin 55. âyetinde görmekteyiz: “Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabb’inin katına hoşnutlukla ermişti.” Hucrevî ve Ankaravî’ye göre malın zekâtı olduğu gibi, her nimetin kendine göre bir zekâtı vardır.
Vakit de önemli bir nimet olduğu için zekâtının olması fevkalâde normaldir. Zekât ve vakit konusunda, İbn Arabî Fütûhât-ı Mekkiye’de fitre konusunu açıklarken “sadaka toplayıcısı”nı içinde bulunulan vakit olarak şerh etmiştir. Onun hoşnut edilmesi, getirdiği şeye göre hâlinin gereğiyle onu karşılamaktır, diyerek vakit ile zekât/fitre konularını ilişkilendirmiştir.
Namazın vaktinde kılınmasının önemini düşündüğümüzde içinde bulunulan vaktin zekâtının o vaktin namazını kılmak olduğunu söyleyebilir miyiz? İslâm’ın diğer bir şartı olan kelime-i şehâdet getirmek için, diğer 4 şartın aksine, belirli bir zaman farz kılınmamıştır.
Kelime-i şehâdette Allah’ın ilâhlığına şâhitlik ettiğimizi söyleriz. Oysa kaçımız her an gerçekleşen, vücut bulan tecellileri idrak ederek vakti olması gerektiği gibi yaşayabiliyoruz?
Biraz önce belirttiğimiz üzere andaki tecellileri idrak ederek Allah’ın hükümlerine her an şâhitlik edenler ancak insan-ı kâmillerdir ki, bu halleri ile gerçek şehâdeti gerçekleştirmektedirler.
Bu şehâdet herhangi bir zaman ve mekân ile sınırlanmamıştır. Bizlerin kelime-i şehâdeti taklit iken onlarınki hakikidir. Daha önce belirttiğimiz üzere, Serrac, vaktin geçmişle gelecek arasındaki ‘nefes’ olduğunu söylerken, pek çok ilk dönem sûfîsi tarafından vakit, içinde bulunulan hal olarak tanımlanmıştır. İbn Arabî ise “İlâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir.
Kendisi ile olduğun şey senin istidâdındır.” demektedir. Öyleyse aldığımız her nefes sırasında nasıl bir idrak seviyesinde isek, içinde bulunduğumuz ânı o mertebeden yaşıyoruz.
Bu durumda dünya üzerindeki herkesin vaktinin aynı olması mümkün değildir ki, bu, aklımıza sûfîler tarafından çokça kullanılan “Allah’a giden yollar mahlûkların nefesleri sayısıncadır.” ifadesini getirmektedir:
Herkes istidâdına, isim ve sıfatların kendi üzerindeki etkisine göre vaktini yaşıyorsa, yanlış, abes, çirkin bir şey olması mümkün müdür?
Öyle ise her şey yerli yerindedir ve tam da olması gerektiği gibidir.
Kaynak: TDV Ansiklopedisi
Süleyman Karakaş
Yorumlar (0)
Yorum Yazın