ŞECAAT
Şecaat; Türkçede “cesaret, yiğitlik, kahramanlık” gibi manalara gelir. Ahlâk literatüründe; öfke (gazap) duygusunun akla itaat etmek suretiyle kazandığı itidalli hali için kullanılır ve bazan saldırganlıkla korkaklığın orta noktası, bazen de korkaklığın karşıtı olarak gösterilir. Şecaatle aynı anlamda veya yakın mânalarda cesaret, hamaset, besâlet, batûlet, cüret ve mürüvvet kelimeleri de geçer.
İnsanın tabiatındaki kontrolsüz ve yıkıcı duygular hilim, sabır, teenni, rıfk, merhamet gibi erdemlerle yumuşatılır, şecaat ve cesaretten kaynaklanan enerji Allah’ın dinini, hak, adalet vb. üstün değerleri koruma şeklindeki yüksek amaçlara yönlendirilir. Şecaat, akıl ve adalet ölçüleriyle sınırlı bir erdemdir.
HAMİYET kelimesi de, gazap gücünün ılımlı ve dengeli noktasını ifade eden şecaat terimiyle zaman zaman aynı mânada kullanıldığı görülür.
KUVVEY-İ GAZABİYE de denilen bu güç, dışarıdan gelen saldırıları önleyen itici bir kuvvettir. Gazap gücünün aklın kontrolünden çıkarak ifrata sapmasına saldırganlık (TEVEHHÜR), insanı her türlü değerini korumaktan âciz bırakacak derecede zayıf kalmasına korkaklık (CÜBN), aynı gücün terbiye edilmek suretiyle her iki aşırılıktan kurtarılıp itidal noktasında tutulmasıyla kazanılan erdeme ŞECAAT denilir.
Şecaati Kindî NECDET kelimesiyle ifade eder ve bunu, “nefsin galebe gücünün fazileti olup sahip olunması gerekeni elde etme, uzaklaştırılması gerekenden korunma uğrunda ölümü göze alma” şeklinde açıklar.
Ahlâk âlimleri, nefsânî arzularla mücadeleyi cihad sayan bazı hadisleri zikredip, bencil duyguların yenilmesi yönünde gösterilen çabaları da şecaat olarak değerlendirmiştir. Gösterilen cesaret ve kahramanlıkların erdem sayılabilmesi için benlik davası, hâkimiyet tutkusu, çıkar sağlama arzusu gibi ahlâk dışı amaçlar güdülmeyip kin, kıskançlık, riya gibi kötü duyguların etkisinde kalınmadan dinî ve insanî değerlerin korunması, haksızlıkların önlenmesi gibi üstün amaçlara yönelmek gerektiğini belirtir. İbn Hazm şecaati “bir kimsenin dinini ve ailesini, baskı altında kalmış komşusunu, kendisine sığınan, malı ve onuru saldırıya uğramış bir mağduru haksızlık edenlere karşı ölümü göze alarak savunması” şeklinde tanımlar.
Hz. Peygamber uyurken müşriklerden biri kılıcını kaldırır ve; şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” der. Peygamberimiz, hiç korkmadan ve telaşa kapılmadan; “Allah” cevabını verir. Bu cevap karşısında hayrete düşen ve korkuya kapılan müşrik kılıcını elinden düşürünce, Hz. Peygamber, kılıcı alır ve aynı soruyu ona sorar. Müşrik eman diler, Hz. Peygamber de onu affeder. Müşrik, bu âlicenablık karşısında müslüman olur.
İnsandaki şecâat duygusu doğru yerlerde kullanılmalı, insanların veya nefsin beğenmesi (gurur ve ucb) için olmamalıdır. Diğer taraftan şecâat, dinin emrettiği veya izin verdiği yerlerde olmalı, haram olan şeylerde yapılmamalıdır. Meselâ, başkalarını ezmek, kuvvet göstermek, hak edilmeyen bir şeyi güç kullanarak almak haramdır.
Şecaati doğru kullanamayan insanlarda bütün ifrat ve tefrit haller gözlenebilir. Bir kod 9 egoist, hükmedici, açgözlü, öfkeli olabilir. İstediği şeyi zorbalıkla elde etmek isteyebilir. Yenmek ve başarılı olmak yolunda hırslı davranıp helal ve meşru olmayacak şekilde amacına ulaşmaya çalışabilir. Gücünü kontrolsüz kullanır. Tefritte ki bir kod ise cesaret edemez, güvensizdir, amacına ulaşamaz. Zayıf, güçsüz, korkak davranır.
ZAHMET
Zahmet, yorgunluk ve güçlük algısıdır.
Nimetin anlaşılması için o nimetin elimizden çıkması gerekir. Hayâlî’nin dediği gibi, “O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler”.
Rahmetin üzerimize gelmesi demek bütün kötülüklerden, beladan, zulümlerden kurtulup huzura ve rahata kavuşmak demektir. Eğer direk rahmete kavuşursak Hayâlî’nin sözündeki balıklar gibi nimet denizinde yüzdüğümüzden bihaber oluruz. Neticesinde de nankörlüğe gideriz. Fakat önce zahmeti çekersek, bela ve sıkıntılarla hem dem olursak nimetlerin farkına varır ve değerini biliriz. Zahmetlerden sonraki rahmet, bizlere hayatımızın her anın güzel ve eşsiz bir hazine olduğunun farkına vardırır.
Bela ve musibetler zahmet ve meşekkatlerin içinde Allahın kuluna rahmeti gizlidir.
Allah’ın gönderdiği musibetler bize rahmettir. Çünkü, zahmet rahmeti celbetmektedir. Yani zahmetler, belalar ve musibetler bize Allah’ın rahmetinin geleceğinin birer müjdesidir.
Peygamberler de önce
zahmetler çekmiş, halkı tarafından türlü türlü zulüm ve baskılar görmüşler. Hz. Yusuf (a.s.) öz kardeşleri tarafından kuyuya atılmış sonra iftiraya uğrayarak hapse düşmüş. Kuyudan çıkarılmış Mısır azizinin sarayında kendi babasının evinden daha rahat yaşamış. Hapisten çıkmış, Mısır’ın başına geçmiş.
Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’de en yakın akrabaları tarafından çeşit çeşit zulme, baskıya uğramış. Hicretle zulümden kurtulduğu gibi kendisine amade olan Medine halkı ile kısa bir zamanda hem İslam’ı yaymış hem de kendine zulüm eden Mekkelilere karşı zaferler kazanmış ve nihayetinde Mekke’yi fethetmiş.
“Allahümme entesselam ve-minkesselam tebarekte ya zelcelal-i vel-ikram” (Allah’ım sen selamsın. Selamet de sendendir. Ey celâl ve ikrâm sâhibi sen münezzehsin, sen yücesin) tesbihde ilk önce Allah’ın Celal ismi sonra ise İkram ismi zikredilir.
“Amellerin en hayırlısı zahmetli olanıdır” hadis-i şerifi, zahmeti fazla olanların en büyük tesellilerden biri oluyor.
Sıcaklarda oruç tutmak zahmet gibi görünsede rahmettir. Sıcaklarda fırın karşısında ter döken ekmekçi zahmet çekiyor gibi görünse de hizmet berekettir.
“Zahmetten, eziyetten sonra da onun zıddı, yani genişlik, zevk ve neşe yüz gösterir.” der mesnevisinde Hz. Mevlana
Kavi esmasını doğru açığa çikaramamış bir kod 2,4 ve 6 da yorgunluk, güçsüzlük, zayıflık ve zahmet algısı oluşabilir. Ayaklari yere basmaz ve amaçlarına ulaşmakta zorluk çekerler. İşlerini kolaylıkla halledemezler.
YORGUNLUK
Yorgunluk, genel olarak halsiz hissetme, aktiviteden kaçınma ve performansta bozulma şeklinde tarif edilebilir. Bedensel ve zihinsel yorgunluk olarak ayırabiliriz. Biz bedensel yorgunluktan bahsedeceğiz. Ağır bir çalışma sonucunda bir zahmetin sonucunda da yorgunluk hissedebileceğimiz gibi hiç bir aktivite yapmadan elimiz kolumuz kalkmaz kendimizi çok yorgun hissedebiliriz.
- Kök çakrada denilen enerji merkezimizin yönetici gezegeni marstır. Bu enerji merkezi yaşam gücünü temsil eder. Bu merkez sayesinde insan kendini güçlü ve güvende hisseder, ayakları yere sağlam basar. Bu enerji merkezi fiziksel enerji miktarını kontrol eder, tüm hücrelere dokulara enerji verir.
Enerji merkezimiz sağlıklı çalışmıyor ise fiziksel olarak hiç bir şey yapmamış olsaniz bile kronik yorgunluğa ve psikolojik rahatsızlıklara sebebiyet verir.
Bu merkezin hormonu adrenalindir. Eksikliğinde insan yataktan kalkmak istemez ve güçsüz ve yorgun düşer.
Eğlence ve heyecan eksikliği ve isteksizlik yapar. Enerji merkezi sağlıksız çalışıyor ise bağışıklık sistemini zayıflar. Daha çok grip, nezle, ateşli hastalıklara yakalanırız. Demir ve protein gibi bazı vitamin eksiklikleri baş gösterir.
Minerali ise magnezyumdur. Magnezyum eksikliğinde de enerji dengesi bozulduğu için yorgunluk ve halsizlik yaşanır.
Enerji merkezinin sağlıklı çalışması dengede olmamızla sağlanır. İfrat ve tefrit hallerimizde stresle beraber çalışmasını sekteye uğratır ve birçok hastalıkla boğuşmak zorunda kalırız.
Yorgunluk bunlardan sadece birisidir.
HİDDET
Hiddet, öfke, kızgınlık ve gadab benzer manalardır.
İnsanın kanı, safrası bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vücûtta çoğaldığı zamân, bedendeki değişikliğe hastalık denir. Denge hali sıhhattir. İnsanda şehvet ve asabiyyet artınca, câna bir ateş düşer. İşte insanın felâketinin sebebi, bu ateştir. Bunun için, Hadîs-i şerîfte:”Gadab, yanî asabiyyet, Cehennem ateşinden bir parçadır” buyuruldu. Öfkeden güç ve intikam hırsı doğar. Gadab eden, kızan bir kimse, intikam alamayınca, gadabı, kin hâlini alır. Gadab, kanın hareketinin, tansiyonun artmasından meydâna gelir.
Allah için gadaba gelmek, iyidir. Dîne olan gayrettendir. Korkak olan bir kimse, kendine zarar verir. Gadablı kimse ise, hem kendine, hem de başkalarına zarar verir. Gadab, öfke, insanın aklını giderir, küfre kadar götürür. Hadîs-i şerîfte; “Gadab, îmânı bozar” buyuruldu.
Gadab sâhibi, karşısındakinin de kendisine karşılık yapacağını önceden düşünmelidir. Gadaba gelen kimsenin sinirleri bozulur, kalb hastası olur. Bu bozukluk, dışına da sirâyet ederek, çirkin ve korkunç bir hâl alır. Sinirleri bozulan insanın diğer uzuvları da hasta olur. Bunun yegâne ilâcı; “Lâ tagdab, kızma, sinirlenme, öfkelenme” hadîs-i şerîfidir. Kızan kimse, sözleri ile, hareketleri ile, yanındakileri incitir, kontrolü kaybeder. Onlar da, sinir hastalığına yakalanır. Evde, rahat, huzûr kalmaz. Yuvanın dağılmasına, câna kıyılmasına bile sebep olur. Bir evde gadab eden, öfkelenen kimse yoksa, orada saâdet, râhat, huzur ve neşe vardır. Aksi halde orada, rahat, huzûr ve neşe bulunmaz. Karı koca, ana baba ile evlâdı arasında geçimsizlik, hattâ, düşmanlık eksik olmaz. Allahü Teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin 134. âyetinde meâlen: “Gadablarını yenen” kimseleri methetmekte, övmektedir.
İnsan, hanımını ve çocuklarını gadab sıfatı ile korur. İslâm düşmanlarına karşı, bu sıfat yardımı ile cihâd eder, vatanını korur. Bunlar, İslâmiyyetin methettiği, beğendiği, övdüğü şeylerdir. Hadis-i Şerif’te buyuruldu ki: “Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir.”
Netice olarak İslâmiyet, gadabın yok edilmesini değil, her ikisine hâkim olup, dîne uygun kullanılmalarını emretmektedir. Süvârînin atını ve avcının köpeğini yok etmeleri değil, bunları terbiye ederek, kendilerinden faydalanmaları lâzımdır. Gadab, avcının köpeği ve süvârînin atı gibidirler. Gadab olmadıkça, âhiret ni’metleri avlanamaz. Fakat, bunlardan faydalanabilmek için, terbiye ederek, dîne uygun kullanılmaları lâzımdır. Terbiye edilmezler, azgın olup, dînin sınırlarını aşarlarsa, insanı felâkete sürüklerler. Riyâzat yapmak, bu sıfatı yok etmek için değil, terbiye edip dîne uymalarını sağlamak içindir.
“Gadab, şeytanın vesvesesinden hâsıl olur. Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Gadaba gelince, abdest alınız.”
“Bir kimse, Allahü Teâlâ’nın rızâsı için gadabını giderirse, Allah da, ondan azâbını def eder, giderir.”
Allahü Teâlâ’nın gazabı ise , emrine karşı gelen kullarından intikam almak istemesidir.
Öfkesini dizginleyemeyen kontrolü kaybeder, pişmanlık duyar, zamanla bedensel rahatsızlıklar ortaya çıkmaya başlar. Öfke ile intikam almak isteyebilir. Hükmetmek ister. Yenmek arzusu artar. Hainlik ve alçaklık yapabilir. Kısaca öfke aklı örter ve insanın elinden ve dilinden, kendine ve başkalarına her türlü zarar gelebilir.
HAİNLİK
Gadr, Arapça’da hainlik demek olup; “vefâsızlık, verilen sözü yerine getirmemek, ahdi bozmak ve merhametsizlik” anlamlarına gelir. Muâmelede “aldatmak” demektir.
İslâm`da ahde vefa emredilirken, ihanet ve vefasızlığın da yasaklandığı kesin emirlerle bildirilmiştir.
“Ahdimi yerine getirin ki, ben de ahdimi yerine getireyim…” Buyurur Bakara suresinde. “Elest bezminde” kullardan aldığı söze sadık kalmalarını emreder.
“Ey iman edenler! Yaptığınız akidleri yerine getiriniz…”(el-Mâide, 5/1) buyurur. Anlasmayi bozmakta gadr ve ihanet olarak geçer.
“Emâneti olmayanın imanı yoktur, ahdine riâyet etmeyenin de dîni yoktur.” buyurur peygamber efendimiz.
“Münâfığın alâmeti üçtür:
Konuşunca yalan söyler,
Söz verince sözünden cayar,
Kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”
“Sana emânet bırakana emânetini iâde et! Sana ihânet edene sen hâinlik yapma!”. Müminler emin ve güvenilirdir. Böyle olmayıp hıyânete sapan insanların da zamanla hem mü’minlikle hem de Muhammedü’l-Emîn ile alâkası kesilir.
Münâfıklık alâmetlerinden biri olan hıyânet; emânet edilen şeyde, İslâm’a aykırı şekilde tasarrufta bulunmak, haksızlık yapmak ve güven hissi vermemektir. Bu durum maddî konularda olduğu gibi mânevî mevzûlarda da geçerlidir. Kişi Allah ve Resûlü’nün emâneti olan Kitap ve Sünnet’in hükümlerini eğip büker ve terk ederse onlara ihânet etmiş olur.
Diğer taraftan bir dosta verilen sır da emânet olduğundan, onu ifşâ etmek de ihânet çerçevesine girer.
Yüce Rabbimiz ise hâinleri hiç sevmez. (Enfâl ve Hac s.)
İhânet eden kimseler, peygamberlerin en yakın akrabaları bile olsalar, âhirette kendilerini kurtaramazlar.
Âyet-i Kerime’de şöyle buyrulur:
“Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: «Haydi, cehenneme girenlerle beraber siz de girin!» denildi.” (Tahrîm 10)
Cehennemden kurtularak cennete girebilmek için mü’min olmak lâzımdır. İman da ihânetle bir arada bulunmaz.
Mü’min bütün günahlardan şiddetle kaçınmalıdır, lâkin hıyânet ve yalan onda kesinlikle bulunmamalıdır. Çünkü bu kötü vasıflar, mü’mine hiç yakışmaz ve imanla kesinlikle bağdaşmaz.
Kulların emânetleri açısından bakıldığında, büyük küçük her türlü hak ve vazife bir emânettir. İnsanlara bile bile haksızlık yapmak ve onları aldatmak hâinliktir. Taahhüd edilen iş, vaktinde ve büyük bir îtinâ ile yapılmazsa, ihânet sayılır. Vaktinde işin başına gelmemek, işleri ihmal ederek gecikmeli ve kusurlu yapmak da hıyânettir ve karşılığında alınan haksız ücret haramdır.
Beden ve organlarımızda bizlere emanet olup onları amaçları doğrultusunda merhametle çalıstırmak gerekir. Aksi halde kul ihanetinin bedelini sağlığını kaybederek öder. Eş ve çocuklarda emanettir. İhanetin bedeli dünya yada ahirette ödenir. Haklarını gözetmek gerekir.
Devlet ve kamu malına ihânet, Allah’ın affetmeyeceği büyük günahlardandır ve kişinin cehenneme girmesine sebep olur. Çünkü onlarda, bütün ülke insanının hakkı vardır. Kişiye vazife verilmişse bunu da en iyi şekilde îfâ etmeye çalışmalıdır. Kendisi için tâyin edilen ücretin dışında hiçbir şey alma hakkına sahip değildir. Ayrıca, vazifesi müddetince hediye kabul etmesi de uygun görülmemiştir. Savaşta ve barışta, vatana ihanet edenler de şiddetle cezalandırılır.
İhânetle ilgili bir mevzû da, kişinin kendisiyle istişâre eden kardeşini yanlış yönlendirmesidir. Doğrunun ne olduğunu bildiği hâlde ondan hiç bahsetmeyip yanlış yolu tavsiye eden kimse, kendisine güvenerek gelen kardeşine büyük bir ihânette bulunmuş olur.
Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulur:
“Kim doğru olmadığını bildiği hâlde Müslüman kardeşine bir işi tavsiye ederse, ona ihânet etmiş olur.”
Hain insan maddeye tutkun, egoist ve açgözlüdür. Bir çok hastalıkla boğuşuyor da olabilir. Güvenilmez ve kendiside güvensizdir, ayağı sağlam basmaz. Kendine de başkalarına da zararlıdır.
ALÇAKLIK
Şenaat kelimesi Türkçe’de; “iğrençlik, kötülük, alçaklık” anlamlarına gelir. Zillet de denir, karşıtı izzettir.
İnsan hırsına yenik , amacına ulaşabilmek için ahlaki olmayan, dinen yasak olan bazen de yasal olmayan yollara meyledip kendini küçük düşürüp, alçaltır. Saygınlığını yitirip, toplum içinde kayıplara uğrar.
İnsan muhatabını yenmek, güç elde etmek için de alçakça işler yapabilir. Muhatabını kötüleyebilir, hakkında yalan konuşup, laf taşıyabilir. Bunu bir yerlerden ayağını kaydırmak içinde yapabilir, tuzak kurabilir.
Mars’ın “aziz, mecid ve celil” esmaları ile doğrudan ilgilidir. İfrat ve tefrit hallerin de hepsi kendisinde açığa çıkabilir.
“Dilediğini aziz(yüceltir), dilediğini zelil(alçaltır) edersin.” (Ali İmran 26)
BAŞARI
Belirli bir eylemin belirli bir süre içinde gerçekleştirilmesidir. Bu büyük bir proje de olabilir, üstelenilen basit bir görev ve sorumluluk da olabilir.
Mars mücadele gücü, hayatta kalma ,güvende olma, ayakların sağlam basması ve yaşama isteğini temsil eder.
Mars enerji ve yaratımdır. Bunun içinde hareket gerekir. Hareket ve değişim gücü güven ve aidiyet içerisinde sağlanır. Bir spermin dölleme çabası ve başarısı, çocuğun yürümek için hareket etmesi ve başarması vs gibi.
Mars feleği kendisinde sağlıklı çalışan insan kendisi, ailesi, ülkesi, eğitimi veya çalıştığı kurum için başarı elde etmek ister. Bu insani bir özelliktir. Hayat enerjisi yerinde ve itidalde ise buna güç bulur muktedir olur. Hayat enerjisi yerinde değil sıkıntı var ise, buna güç bulamaz yorgunluk, isteksizlik yaşar. İtidalde degilse mesela güvensizse yine başarısızlığa uğrayabilir.
Kavi esmasının eksikliği halinde kod 2,4, ve 6 lar yorgunluk yaşayıp başarmak için yeterli
enerjiyi kendinde bulamayabilir.
Muktedir esmasında itidal hal açığa çıkarmayan kod 2 ve 4 başaramayacağı inancı, kendisini başarıdan engeller. Geçmiş başarısızlıklarının gölgesinde güvensiz olur ve amacına ulaşamaz, ayağı yere sağlam basmaz bir hal sergiler bu da kişiyi başarıya ulaştırmaz.
Bir kod 9,7, ve 5 hırsla başarıya giden yolda kendine ve başkalarına zararlı haller sergileyip ahlaki ve meşru olmayan yollara meyledebilir. Egoist, hükmeden, açgözlü haller de gözlenir.
YENMEK
Savaş veya yarışmada üstünlük sağlamak, üstün gelmek, kazanmak anlamındadır.
Yenmek arzusu bebeklikte başlar ” kim daha çabuk bitirecek yemeğini ” dediğimizde o yemek, yenmek isteği ile bir çırpıda biter. Çocuklar oynadıkları oyunlarda hep bir yenme arzusu ile hareket ederler ve oyunun kurallarına göre oynayanlar oyunda kalır. Mızıkçılık yapanlar oyunlara alınmaz, oyundan çıkarılır.
Oyunlarda, spor müsabakalarında, yarışmalarda kurallara uygun hareket edenler bir başarı kazanır. Yenme arzusu burda bir güçtür insana kazanım olarak döner. Yenmek olduğu gibi yenilgi de vardır.
Yenilgi eksikliğini görmek ve bir dahakine bu eksikliği giderip tam donanımlı ve güçlü olarak çıkmak içindir. Bu yenilgi ile yıkılıp, vazgeçmek, ümitsizliğe düşüp geleceğe burdan bakmak için değildir. Görünürde savaşlarda bir kazanan var gibi görünse de iki tarafın da kaybı büyüktür.
Bazen yenmek,insanı mutlu etmez bir başarı ve kazanımda değildir, afetlerle sonuçlanır. Maddi ve can kayıplarına yol açar.
Trafikte kızan, hırslanan insan aklın örtülmesi ve yenme arzusu ile kazalara, kavgalara, maddi hasarlara ve can kaybına sebep olur.
Eşinin, annesinin, çocuğunun veya arkadaşının karşısında haklılığının görünür olması bir kazanım olmayacak ve mutluluk getirmeyecektir. Bu tatmin nefsinin, hırsının, egonun tatminidir. Bazen insan kendini, nefsini, hırsını ve öfkesini yenmesi gerekir.
Eşine üstünlük çabası, onu yerli yersiz yerme ,yenme gayreti, haklılık yarışı evliliği felakete sürükler.
Yenmek, yermek kolaydır, aksine kazanmak ve fethetmek zordur. Kötülüğü iyilikle savmak gerekir.
Haksız ve adaletsiz müdahaleyle insan ancak muhatabını yenebilir ama hiçbir zaman fethedemez. Halbuki asıl galibiyet fetihle gelir. Alt ederek üstün geldiğini düşünmek, kazandığını zannederken kayıpların en büyüğünü yaşamaktır. Tavını bulan demir nasıl istenilen şekle girerse, gönlü kazanılmış insan da ortak paydada buluşmaya o kadar yatkın hale gelir.
Amansız hırslar yüzünden, yenmek uğruna hadsiz hukuksuz hareket etmek daha da büyük husumetlere sürüklenmekten başka bir işe yaramaz. Öfke ve hırsın karanlığı, dipsiz kuyunun en derin yalnızlığına sürükler insanı. Nefs yenmek hırsıyla büyük bir yangın yerine dönüşür.
“Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân 3/134) ayeti yanan bir ateşe dökülmüş serin bir su gibi teselli eder daralmış kalbi. “Onlar” safında anılmak ve razı olunacak şekilde davranabilmek en büyük zaferdir. Asıl mesele, neyi yeneceğini ve kimi razı edeceğini bilmektir.
Yenmek arzusu ifrattakini egoist, hükmedici, maddeye tutkun yapar hatta bedeninde de rahatsızlıklara yol açabilir.
Tefritteki bir insan ise güvensiz, ayağı yere basmayan, zayıf, amacına ulaşamayan, kendine zararlı haller sergiler. Ağır yenilgi, başaramama ümitsizlikle de intihara bile sürükler.
GÜÇ
Mars; barınma, beslenme, korunma ve soyun devamı ile ilgilidir ve bu ihtiyaçları gidermek için enerjiye (güç) ihtiyaç vardır. Marsın bedenimizde karşılık geldiği enerji merkezi fiziksel enerji miktarını kontrol eder. Tüm hücre ve dokulara enerji verir. Bu enerji güce dönüşür. Mars öfke, savaş, ateşli hastalıklar, mücadele gücü, yaşamak isteğini temsil eder. Öfke yıkıcı bir güçtür. Savaşmak bedeni bir güç ister. Vücüdu ateşli hastalıklara karşı savunmak da yine bir güç ister. İrade de bu güçle aktif hale gelir.
Güç doğru kullanıldığında insanın işine yarar ve faydalanılır. Amaca ulaşmak için itici motordur. Kontrolden çıktığında herkese zarar verir. Karşıtı güçsüzlüktür.
Baskı, otorite, hükmedicilik, kontrolcülük, kaba kuvvet güç değildir.
“Pehlivan, güreşte insanları yenen değildir. Asıl pehlivan, öfke anında kendisine hâkim olandır” hadisinden de anlaşılacağı üzere gücü kendimizde de kullanmamız gerekecektir. Nefsine gücü yetmeyen, hükmedemeyen onu güzellikle itidale çekemeyenin başkasına gücü yeter mi?..
“Evvel” esması insanda açığa çıktığında onu ifrattan itidale çekmek bir güçtür.
“Celil” esmasını itidalde kullanıp kötülük gördüğün insana sabırla, iyikle davranmak bir güçtür.
Kendinde “Cebbar” ismi açığa çıkmak istediğinde bir kod 9 hiddetlenmez, hükmetmeden hareket ederse bu gücü doğru kullanmış olur.
Aslında bütün esmalar içsel bir başlatma gücüdür.
İnsan ümitsizliğe düşmeden bir işe başlar, başarırsa “Muktedir” olma gücünü kullanır. Kullanamazsa amacına ulaşamaz, güveni oluşmaz,ayağı sağlam basmaz.
İzzet ve şerefini artırmak isteyen “Mecid” olma gücü ile hareket eder. İfrattaki 4,6 ve 8 kodlar yenmeyi ve gücü yanlış kullandıkları için hainlik, alçaklık, yapabilir egoist ve hükmedici , açgözlü davranabilir.
En güçlü insan, kalbini ve sesini yumuşattıkça sapasağlam durabilen insandır. Pişman ve perişan olacak sonuçlara sürüklenmeyendir.
Kendilik Bilinci Eğitmeni Y. Hafize ŞANLI
Ewet arkadaşlar görüldüğü gibi zaman yine başladığı yere geri dönüyor....:) Üstün çabalarınız için teşekkür ediyorum