KİN VE BU HASTALIĞIN İLACİ
Hıkd, kin demektir. Yâni dargın olduğunuz bir kimsenin dâima fenalığını istemek ve bunun için fırsat gözetmektir.
Bu hastalık bazan hasetten doğar. Bir kimse, çekemediği adama bir şey olmayınca, yâni başına bir kötülük gelmeyince ona kin tutmaya başlar.
Asıl menşei gadab ve hiddettir. Herhangi bir kimsenin kendi hakkındaki zararlı hüküm, söz veya hareketine kızmaktan doğar. O anda kendisine bir şey yapamayınca, ona kin tutmaya başlar.
Gadab ile aralarındaki farka gelince: Gadab ve hiddet, ânî olarak gelir. Yapacağını yapar ve zâil olur gider. Fakat kin öyle değildir.
O ciğerde yerleşen verem mikrobu gibi, kalbin derinliklerinde yerleşip pusuya yatan, sinsi sinsi fırsat gözetleyen ahlâk bozucu bir mikroptur.
Kin tutan kin tuttuğu insanın iyiliğini istemez
Dâima ona bir iyilik geldiği vakit üzülür, fenalık geldiği vakit sevinir.
Bu ise tamamen nifak âlâmetidir.
Aynı zamanda Resûlü Ekrem (sav) Efendimiz bir hadîsinde :
“Mü’mine musibet geldiği vakit sevinme, Allahu Teâlâ seni de o belâ ile ibtilâ eder” buyurduğu gibi, kendi başına da aynı felâketin gelmesine sebep olur.
Hulâsa kin, şematet denen bu nifak hastalığını doğurur.
Dargın olduklarımızla, görüşmeme, konuşmamayı doğurur. Halbuki dînimizde dünya işleri için üç günden fazla küs durmak yoktur.
Dâima ona karşı kibirlenmeyi ve onu hor görmeyi gerektirir.
Aleyhinde yalan söylemek, gıybetini yapmak, sırrını açıklamak, istihza etmek, haksız yere eziyet etmek, bu sebeple sıla-i rahmi kesmek, (dostluk ve akrabalık bağlarını koparmak), borcunu ödememek ve helallaşmamak gibi bir çok fenalıkları doğurur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz mağfiretin sebeplerini, bu gibi hastalıklardan uzak kalmaya ta’lîk etmiş ve bir hadîsinde :
“Şu üç hasletten bir tanesi kimde bulunmazsa, Allah onu mağfiret eder. Onlar da: Allah’a ortak koşmak, sihir ve kindir” buyurmuştur. Tevbe edinceye kadar kin tutanların ameli Allah’a ref’ olmaz.
Kin hastalığından kurtulmanın ilk çaresi bağışlayıcı ve affedici olmaktır. Affetmesini ve bağışlamasını bilen, bu hastalıktan kurtulmuş sayılır. Fakat affetmek için de bunun önemini ve faziletini bilmek gerekir
“Dünya ve âhiret ehlinin en makbul ahlâkı, sana gelmeyene gitmek, vermeyene vermek ve zulmedeni bağışlamaktır.”
Hasan-ı Basrî (rahimetullah), birisini affettirmek için sultanın huzuruna girdi ve ona Yûsuf Aleyhisselâm’ın kıssasını anlattı. Yûsuf’u nasıl kuyuya atıp sonra köle diye sattıklarını ve babalarını nasıl gam ve keder içinde bıraktıklarını ve buna karşılık Allâhu Teâlâ Yûsuf’un adını yükseltip kendisini Mısır’da hazine vekili yaptığını ve nihayet kardeşleri etrafında toplandığı vakit:
— Bugün sizi ayıplamak yok. Allah sizi mağfiret eder. O, rahmet edenlerin en merhametlisidir dedi. Sultan affını icra etti.
Ilahiye açık bilinçaltı ve bilinç ötesini iyi tanıyan insan kindarlık yapmaz. Affedici olur. Bilir ki affedemezse ölüm anı ötesinde sıkıntıları devam edecektir. Bu dünyada belalara düşecektir.
“Affedin ki affa kavuşasınız!” [İ.Ahmed]
Diyanet Dergisi Ahmet Serdaroğlu’ndan alıntı yapılmıştır
Kendilik Bilinci Eğitmeni
Yasemin Hafize ŞANLI
Yorumlar (0)
Yorum Yazın