Allah GAFFAR, GAFUR VE GAFİR'dir.
Bu üç isim kullar üzerine mağfiret perdeleridir.
En az örtünmüş olan Abdulgafir, en çok örtünmüş olan da Abdulgafur'dur. İkisinin arasında Abdulgaffar bulunur. Allah kullarının günahlarını örtendir.
İbn Arabi Hazretleri;
"Yükümlü insanlar da kendilerine karşı suç işleyen veya kendilerini suçtan koruyanlara karşı bu isimlerin hükümlerine göre hareket ederler. Böyle yapınca Allah'ın isimlerinin hükümlerinin sahibi olurlar. Kim kendisine karşı suç işleyeni affederse, Allah onun günahını görmez, kim zorlaştırırsa ahirette Allah katında yaptığı işin sonucunu devşirir. Yükümlü insan ahirette ancak kendi amellerini görür. Sonra da Allah onları çoğunu affeder." der Fütuhat-ı Mekkiye'sinde.
Kul hangi ismin hükmü altında ise dünyada o hal üzere olur. İnsanlara da öyle davranır. Ahirette de o mertebeden muamele görür.
Bu ne demektir şimdi?
Affederse affedilir. Bağışlamazsa kendisi de bağışlanmayabilir.
Bununla beraber Allah AFÜV'dür. Dilerse bağışlar.
Şura Suresi 30. Ayette buyurduğu gibi:
"Başınıza gelen her musibet, sizin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber Allah, kusurlarınızın pek çoğunu da affeder."
''Kabağın da bir sahibi var" hikayesini bir çoğumuz duymuşuzdur:
Vaktiyle Cavlakiye tarikine mensub olmaya hazırlanan bir derviş berbere gidip:
– Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar ve diğer tarafa usturayı vuracakken, mahallenin kabadayısı içeri girer.
Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak:
– Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye bağırır.
‘Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, halktan gelen her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder.
Fakat kabadayının tıraş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder derviş ile:
‘Kabak aşağı, kabak yukarı.’
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler.
Arabanın oku göğsüne saplanan kabadayı oracıkta feci şekilde can verir. Gürültüyle hızla dışarı fırlayan berber gördüğü manzara karşısında afallayarak dönüp dervişe bakar, sorar:
– Biraz fazla olmadı mı derviş efendi?
Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:
– Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki, kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!..
Ne demiş Yunus Emre:
Olsun be aldırma Yaradan yardır…
Sanmaki zalimin ettiği kârdır…
Mazlumun ahı indirir şâhı…
HER ŞEYİN BİR VAKTİ VARDIR…
Yine bir menkıbe vardır. İbrahim Hakkı Hazretleri'nin çocukluğuna dair;
İbrahim Hakkı Hazretleri çocukken, bir gün hocası İsmail Fakîrullah Hazretleri, eline bir testi vererek onu mahallenin çeşmesine gönderir.
Testiye suyu doldururken bir atlı yanaşır:
– Çekil şuradan be çocuk! diyerek onu azarlar.
Zalim adamdan korkan İbrahim Hakkı Hazretleri, testisini alıp bir tarafa kaçmaya çalışsa da, çocuğun korktuğunu anlayan zalim adam onu bir köşeye sıkıştırır ve iyice korkutmaya çalışır. İbrahim Hakkı, testisini bırakıp kaçmaya çalışırken, bu arada at testinin üzerine basıp testiyi kırar. Ağlayarak hocası İsmail Fakirullah Hazretleri'nin huzuruna gelir.
Hocası:
– Ne oldu sana evladım, niçin ağlıyorsun? diye sorar.
– Efendim, çeşmede su doldururken bir atlı geldi, atını üzerime sürünce korktum. Kaçmaya çalışırken testiyi oraya bırakmak zorunda kaldım.O esnada testi kırıldı.
Hocası:
– Testini kıran atlıya sen hiçbir şey söyledin mi?
İbrahim Hakkı:
– Hayır, korkumdan hiçbir şey söyleyemedim.
Hocası:
– Hemen git o adama “Testimi neden kırdın be zalim adam” de!
İbrahim Hakkı Hazretleri, çeşmenin başına gider, uzaktan O'na bakar, ama yanına gidip de bir şey söylemeye cesaret edemez.
Hocasının yanına tekrar döner ve çekindiği için o zalim adama bir şey söyleyemediğini söyler.
İsmail Fakirullah Hazretleri daha kararlı bir ses tonuyla ona şöyle der:
– Çabuk adam oradan ayrılmadan, çeşmenin başına git ve adama bir şeyler söyle. Yoksa çok kötü olacak.
İbrahim Hakkı Hazretleri cesaretini toplar ve çeşmenin başına bir kez daha gider.
Bu sefer ona bir çift söz söylemekte kararlıdır. Fakat çeşmenin başına gittiğinde bir de ne görsün, at attığı çiftelerle sahibini öldürmüş ve çeşmenin havuzuna yuvarlamış.
İbrahim Hakkı Hazretleri büyük bir korkuyla hocasının yanına dönmüş ve olan biteni ona anlatmış.
Hocası bu duruma çok üzülmüş ve bu durumun hikmetini talebesine şöyle anlatmış:
– O atlı adam seni korkuttu ve sana zulmetti. Sen de ona tek bir cümle bile karşılık vermedin. Zalimi Allah’a havale etmiş oldun. Onun yapmış olduğu zulüm ve senin ona cevap veremeyecek kadar korkman Allah’ın gayretine dokundu ve zalimin cezasını bekletmeden verdi. Sen de onun zulmüne karşılık bir çift söz söylemiş olsaydın ödeşecektiniz. Fakat sen ona cevap vermeyerek büsbütün mazlum durumuna düştün.
Anlattığımız gibi Allah'ın ADL ismi bu dünyada hemen açığa çıksa idi dünya cehenneme döner, ahiret hesap gününe gerek kalmazdı. Allah kullarına mühlet verdi. İmtihan dünyası için bu gerekli idi. Evet bazen insanlar hemen cezalandırıldı. Bazıları tövbekar oldu. Bir kısmı da ahirete bırakıldı.
Said-i Nursi Hazretleri zindana atıldığında:
"Beşer zulüm etse de kader-i ilahi adalet etmektedir." demiştir.
Allah MÜNTAKİM'dir. İster bu dünyada olsun ister ahirette mümin kulunun hakkını zalim, zorbadan çeker alır.
"Sakın Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma" İbrahim suresi 42. Ayet.
Peki dövene elsiz, sövene dilsiz mi olmak gerek?
Burada durumu, kulun hangi kapıda olduğu belirler. Farklı anlatımları olsa da sizlere Mevlana Hazretleri'nden bir menkibe daha paylaşayım.
Hz. Mevlana şeriat, tarikat, marifet ve hakikat arasındaki farkı soran bir talebesine:
“Karşı medresede rahlelerine eğilmiş ders çalışan dört kişi var. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at sonra gel sana anlatayım” diye buyurur. Talebe gider, birincinin ensesine bir tokat akşeder.
Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını döner ve daha kuvvetli bir tokatla Hz. Mevlana’nın talebesini yere yıkar.
Bu kez ikincisine tokat atar. O da derhal ayağa kalkar ve elini kaldırır. Ancak tam tokadı atacakken vazgeçip yerine oturur.
Üçüncü tokatı yiyince, şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam eder.
Dördüncü ise, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmaz.
Bunun üzerine talebe durumu Mevlana Hazretleri’ne anlatır.
Mevlana Hazretleri şöyle buyurur:
” Birinci şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti.
İkinci, tarikat kapısındadır.Tokadı yiyince tam iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi; “Sana kötülük yapana bile iyilik yap.” Onun için döndü, oturdu.
Üçüncüsü, marifet kapısına kadar gelmişti. İyinin ve kötünün tek Yaradan’dan geldiğini bildiği için, Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye, merakından şöyle bir dönüp baktı.
Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bildiği için, dönüp bakmadı bile!..”
Burdan anladığımız kadarıyla “yapma, gayret etme” aşaması tarikat mertebesindedir.
“Zevk etme” aşamasına ise marifet ve hakikatte varılır. Bu nedenle bu makamlarda; “karşılık vermek, sabretmek, affetmek, iyilik etmek” gibi irade gerektiren eylemler yoktur.
Belli ki bu yolda tokat, bir ölçme aracı olarak kullanılmış, yolun büyüklerince...
İbrahim Ethem Hazretleri, hakikatini aramak üzere padişahlığı bırakmış ve bir Mürşidi Kamile intisab etmiştir...
Bir gün mürşidi, dervişandan birini çağırıp ona şu vazifeyi vermiş:
“Var git İbrahim’in yanına ve ensesine bir tokat patlat, sonra da gel bana olanları anlat!”.
Șeyhinin emri ile nehir kenarında tefekküre dalmış İbrahim’e arkasından sessizce yaklaşan dervişhan ensesine tokadı patlatmış mecburen.
Hışımla arkasını dönen İbrahim Ethem kendisini tutmuş karşılık vermemek için ama şöyle demekten de kendini alamamış:
“Ah, sultanlık günlerimde olaydı gösterirdim sana dünyanın kaç bucak olduğunu!”
Derviş dönüp de durumu anlattığında:
“İlerleme var ama eski günlerini de unutamamış hala, demek var daha” diye hafifçe sallamış kafasını Șeyh Efendi.
Gel zaman git zaman günlerden bir gün yine bir dervişini çağırıp aynı işi vermiş Șeyh Efendi ve dervişi de “eyvallah” deyip yerine getirmiş o tatsız vazifeyi.
Bu sefer enseye tokadı yiyen İbrahim Ethem Hazretleri tınmamış bile, belli belirsiz bir şükür duası dudaklarından ya duyulmuş ya duyulmamış...
Derviş hemen koşup durumu haber edip, mürşide sevinçle müjdelemiş;
“Hamdolsun, İbrahim mana aleminin sultanı oldu şimdi!..''
Demek ki kemalat yolunda kişi, uygun davranışı sergilemeyi başarsa dahi, geçmiş anıları taşıyıp yadediyorsa, henüz tamam olmamıştır işi!
Herşey Allah’ın iradesi dahilinde olmakla birlikte, Allah’ın her türlü fiilimize rızası yoktur. Fiillerimizin sorumluluğu bize aittir, er veya geç sonuçları olacaktır.
İyiye, güzele, doğruya talip olan, karşılığını aynı cinsten alıcı olacaktır.
Bu konunun yanlış anlaşılması maalesef pek çok kimsenin ayağını kaydırıcı olmuştur. Herkes kendi hakikakatinden, mertebesinden düşünür, bakar ,görür ve hale döker.
Bununla beraber şu ayeti de zikretmeden geçmek istemiyorum:
''Muhammed, Allah'ın peygamberidir ve onunla beraber bulunanlar, kafirlere karşı çetindirler, kendi aralarında merhametli..."
Müslümanlar kendi aralarında birbirlerine karşı şefkatli fakat gerektiğinde kâfire karşıda elsiz, dilsiz değildir, olmamalıdır.
Tokat mevzuu böyle uzar gider, son söz deriz ki:
Nasıl muamele görmek isterseniz, öyle muamele ediniz...
K.B.E. Y. Hafize Şanlı
Tokatın sahibini görmek, şefkat tokatlarını fark etmek nasip olsun inşaallah...Kalemine sağlık hocam çok güzel bir yazı olmuş...