Bloglar

VAKİT

Fıkıh usulü eserlerinde vaz‘î hüküm veya me’mûr bih bahislerinde, özellikle vâcibin edâ ve kazâ yönünden alt bölümlerinde vakit önemli bir kıstastır (Sadrüşşerîa, I, 377 vd.; Tâceddin es-Sübkî, I, 150 vd.)

Sözlükte vakit (vakt, çoğulu evkāt); “zamanın belirli bir parçası” anlamına gelir. Bu kelimeden türeyen mîkāt da (çoğulu mevâkīt); bir iş için belirlenen zamanı veya mekânı ifade eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de vakit ve bu kökten gelen kelimeler (mîkāt, mevâkīt, mevkūt) on üç âyette yer alır. Kelime türevleriyle birlikte hadislerde de kullanılır.

Zaman metafizik boyutuyla kelâm ve felsefede incelenirken onun vakitle belirtilen pratik boyutu astronomi, tarih, fıkıh ve amelî tasavvufta ele alınmıştır. Şârinin eda edilmesi için herhangi bir vakit tayin etmediği ibadetler mutlak (serbest vakitli) ibadetlerdir. Nâfile namaz, umre, vakte bağlı olmayan adak ve kefâretler, belli ölçüde zekât böyledir.

Farz namazlar, ramazan orucu, hac gibi belirli bir vakit dilimi içinde eda edilmesi istenen ibadetler ise mukayyet ibadetler olup vakit bu ibadetlerin ifasında önemli bir unsurdur.

Fıkhî hükümlerde vakitler genelde kamerî aylara göre tespit edilmekle birlikte namaz vakitleri, oruçtaki imsak ve iftar gibi ibadetlerin ifasına ilişkin vakitler dünyanın güneş ve kendi ekseni etrafındaki dönüşüne göre belirlenir. Vaktin önemi hakkında: İbadetlerde vakit o ibadetin vücûb sebebi veya sıhhat şartıdır.

Mukayyet nâfile ibadetler gibi bir kısım ibadetlerin belirli bazı vakitlerde yapılması daha faziletlidir. Fıkıhta en çok namazla ilgili olarak ele alınan vaktin oruç, itikâf, hac ve umre, zekât ve fıtır sadakası, kurban ve akîka gibi diğer ibadetlerde ve temizlikle ilgili bazı konularda da (mest üzerine mesh, bedenî temizlik, hayız ve lohusalık süreleri gibi) önemli bir yeri vardır.

Tasavvuf kaynaklarında vakit kelimesi; “sâlikin içinde bulunduğu hal, bu halin gerçekleştiği genel ontolojik (ilâhî-küllî-vücûdî) zaman’’ şeklinde izah edilmiş. İlk sûfîler vakti; “kulun iradesinin ve kesbinin tesiri olmadan doğrudan doğruya Hak’tan kendisine gelen, onu tasarrufu ve hükmü altına alan mânevî hal ve bu halin gerçekleştiği anlık durum” şeklinde tanımlamışlardır.

Buna göre vakit; filozofların tanımladığı gibi matematiksel zamanda bir kesit ve ölçü birimi değil sâlikin tecrübe ettiği halin hakikati ve bu hakikatin taayyün ettiği geçmişle gelecek arasındaki zaman dilimidir. En doğrusunu yine ilk sufiler söylemiş. Vakit zamandan ayrılmış. Kuşeyrî ve Hücvîrî’nin eserlerinde vakit, tasavvuf kavramları arasında hal ile birlikte ilk sırada yer alır.

Kuşeyrî iki tür vakitten bahseder. Birincisi şeyhi Ebû Ali ed-Dekkāk’ın tanımı bağlamında “kulun içinde bulunduğu hal”dir. Eğer kulun zihni ve kalbi dünyevî düşüncelerle dolu ise vakti dünya, âhiret ise vakti âhiret, neşeli ise vakti neşe, hüzünlü ise vakti hüzündür. Kul, vakti ve hali neyi gerektiriyorsa ona rıza ve teslimiyet göstermelidir.

Sûfîler tarafından çokça kullanılan, “Sâlik vaktin hükmüne uyar”; “Vakit kılıç gibidir, karşı gelirsen keser atar” sözleri bu durumu ifade eder. Ancak vaktin hükmüne teslim olma ve iradeyi terketme dinen emredilmeyen veya menedilmeyen hususlarda söz konusudur. Zira işi takdire havale etmek, işlenen kusurlar karşısında kayıtsız ve ilgisiz davranmak yine din tarafından emredilmeyen bir tavırdır.

Vaktin ikinci türü; “bu halin meydana geldiği bir zarf olarak zamansal an”dır. İlk dönem sûfîlerinin vakti, “Geçmişle gelecek zaman arasında hâlihazırdaki şeydir”; İbnü’l-Arabî’nin, “İki yokluk arasındaki durumdur” şeklindeki tarifleri bu anlama işaret eder.

Hz. Peygamber’in, “Benim Allah ile öyle bir vaktim var ki o vakte ne mukarreb bir melek ne de nebî-i mürsel girer” hadisindeki (Aclûnî, II, 173) vakitten maksadın, halk ile birliktelik esnasındaki dünyevî-zâhirî zaman değil Hak ile birliktelik halindeki ilâhî-küllî vakit olduğu ileri sürülmüştür.

Dehr kelimesiyle karşılanan bu vakit her şeyin “kün” (ol) emriyle yaratıldığı ilk kutsal zamanı ifade eder. “Dehre sövmeyiniz, zira dehr Allah’tır” hadisine göre (Buhârî, “Edeb”, 101) kutsal vaktin ve bu vaktin zuhuratı olan dünyevî zamanların asıl sahibi Allah’tır, bu sebeple O’ndan gelen haller de sûfîlere göre bu bölünüp parçalanmayan vakit ve anda meydana gelir (Kuşeyrî, s. 180-181).

Diğer bir ifadeyle bu vakit sâlikin halinin gerçekleştiği genel ontolojik (küllî-vücûdî) zamandır ki bütün zamanları kuşatır. “Ân-ı dâim” anlamındaki vakit kelimesi, hallerle ilgili olduğu kadar geçmiş ve gelecek şeklinde bölünen zamanın aşılması fikriyle de irtibatlıdır. Geçmiş ve gelecek şeklinde bölünen zamanın aşılması ancak vakit kavramı ile yapılabilir.

Tarihî zamanın aşılarak bütün zamanların kaynağı olan ân-ı dâime ulaşılması, görünürdeki çokluğun ve bölünmüşlüğün aşılarak tek hakikate veya varlığa erişmenin bir şeklidir. Bu sebeple ân-ı dâim tek varlığın ve birliğin (vahdet-i vücûd) bir tezahürüdür. Zamanın aşılması: “Tecelliden yoksun vakit yoktur” diyen sûfîler hallerin ve vakitlerin doluluğuna dikkat çekmişlerdir.

Bu düşünce İbnü’l-Arabî’nin vakit kelimesini açıklarken dayanağı olan, “O her gün bir şe’ndedir” âyetinin (er-Rahmân 55/29) yorumundan ibarettir. Buna göre vakit tıpkı mekân gibi Hakk’ın sürekli tecellilerini (teceddüdât-ı emsâl, halk-ı cedîd) taşıyan bir mazhar ve tecelligâhtır. İşte keşif çalışması. Her bir vakit tecelliye muhataptır. İnsana düşen vazife her anda gerçekleşen bu tecellileri idrak etmektir.

Hakk’ın tecellileri kulun istidadına göre zuhur ettiği için vakit kulun halinin gerektirdiği her şeydir. İbnü’l-Arabî bu düşüncesiyle vakti insanın haller ve tecelliler vasıtasıyla Hakk’a dair mârifete erişeceği bir imkân kabul eder (Fütûhât-ı Mekkiyye, IX, 356-359). İnsanın vazifesi…

Tasavvuf metinlerinde sıkça kullanılan kavramlardan “ibnülvakt” (vaktin oğlu); vaktin ve halin gereklerini yerine getiren, geçmiş ve gelecek endişesinden kurtulan insanın ilâhî tecelliler karşısındaki edilgenliğini anlatır. Ebülvakt ise vakit ve halin hükmünden kurtulup zamanda ve hallerinde tasarrufta bulunan kimsedir.

Birincisi telvin, ikincisi temkin ehlinin sıfatıdır. Vaktin ve halin gereklerini yerine getirmek... Geçmiş ve gelecek endişesinden kurtulur... Bu endişeden kurtulan kişi ise ilahi tecelliler karşısında edilgenlik kazanıyor. Ne demek bu? Kontrolü ele alabiliyor, yaratılışını güzelleştirebiliyor demektir. Tasavvufta aslolan, sülûkü kemale erdirip ebülvakt olmaktır.

Zira seyrüsülûk, edilgenlikten etkinliğe doğru bir seyir izler. Sûfîler bunu “kurb-i nevâfil, kurb-i ferâiz” tabirleriyle açıklamışlardır. Edilgenlikte de etkinliğe doğru bir seyir... İbnü’l-Arabî ve takipçileri ebülvakt için “sâhibü’l-vakt, sâhibü’z-zamân, seyyidü’l-vakt, imâmü’l-vakt, aynü’z-zamân” tabirlerini kullanmışlardır.

İnsanın kemalini niteleyen sâhibü’l-vakt, vaktin hakikatini ve dehr isminin anlamını bilen kişidir. O’nun takdiriyle andan ibaret olan vakit ayrılır, anların hükümleri birleşir. Ebülvakt; vaktin dürülmesini, yayılmasını, gizliliğini ve açıklığını his ve hayal, ruh ve misal, makam ve hal olarak müşahede eden kimsedir.

İbnü’l-Arabî’ye göre sâhibü’l-vakt her asırda bir kişidir ve Hz. Muhammed’in vekili sıfatıyla zamanın kutbudur (Suâd el-Hakîm, s. 663-666). İbnülvakt kavramıyla bağlantılı olarak sûfîler tarikat fiillerini icra etmede vakti gözetmenin, fiillerin neticesinde meydana gelen hali murakabe ve nefsi daima muhasebe etmenin Hakk’a vuslatta önemli kurallardan biri olduğunu söylemişlerdir.

Cüneyd-i Bağdâdî, ârifin her vakitte o vakit için en uygun hareket tarzını icra eden kişi olduğunu belirtirken İbnü’l-Arabî vaktin bir nur ve kulun bu nurla beraber bulunduğunu, kulun bu nuru müşahede etmesi gerektiğini, zira kulun ilâhî bir ismin tecellisi olan vakitle ayakta durduğunu kaydeder.

Ebû Hafs Şehâbeddin es-Sühreverdî, mürşidlerin müridlerine vakitlerini tamamıyla dolduracak meşgaleler vermesi gerektiğini, bu meşgalelerin bedenin organlarıyla yapılan fiiller değil muhasebe, murakabe, tefekkür, zikir gibi kalple yapılan fiiller olduğunu söyler. Nakşibendiyye’nin on bir esasından biri sayılan “vukūf-ı zamânî” bu tür fiillerle ilgilidir.

Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî müridin her an nefsin hallerini bilmesi, kendisini Hak’tan alıkoyacak her şeyden uzak durması, kalbini Hak ile muamelesinde sürekli hesaba çekmesi, vird ve zikirlerini vaktinde yerine getirmesi gerektiğini ifade eder.

 

 

SÜLEYMAN KARAKAŞ

Tags:

Diğer Bloglar

Yorumlar (0)

Yorum Yazın

Yorumlarınız sistem onayından geçtikten sonra yayınlanacaktır.